TÜRKİYE’NİN SİYASİ ANATOMİSİNİN İÇYÜZÜ
Prof. Dr. Tolga Yarman, Galatasaray & Işık Üniversiteleri
Jeopolitik, Sayı 3, 2002
“Sağ-sol”dan ibaret bir siyaset çözümlemesi, hele ülkemizdeki, çok özgün siyaset
yapılanması itibariyle, ne kadar yavan görünüyor…
Böyle bir çerçevede, bilhassa da kimi bilimcilerimizin, kestirmeden sayarsak, ANAP,
DYP, MHP, BBP, LP (Liberal Parti), DTP (Demokrat Türkiye Partisi), keza daha
önceki FP, ya da şimdilerdeki SP (Saadet Partisi) ile AKP’yi (Adalet ve kalkınma
Partisi’ni) aynı bir “sağ kefeye”, CHP ve DSP’yi, bu arada CHP’den ayrılanların
kurmakta oldukları SHP (Sosyaldemokrat Halk Partisi), keza DSP’den yeni olarak
ayrılanlarla, kurulması tasarlanmakta olan sosyal demokrat yeni oluşumu, aynı bir
“sol kefeye” koymalarını (ya da koyacak olmalarını) yadırgıyor, bunu düşünce
tembelliğinde, daha da ötesi hatta galiba, ehliyet özürlü bir yaklaşım olarak
değerlendiriyorum.
Ülkemizde, klasik anlamda bir “emek-sermaye” ayrışması hiç yok değil. Siyasi
anatomimiz, yani partilerimizin yapılanması, hemen her yerdeki gibi buradan hiç kök
almıyor değil. Ama siyasi yapılanmamızın kökeninde sadece ve sadece “emek” ve
“sermaye” ögeleri bulunmuyor. Batı’da meydana gelmiş siyasi yapılanmadan, bu
nedenle oldukça farklı bir siyasi yapılanma, ülkemizde boy atıyor.
Bunun derindeki sebebi, ülkemizde, “sanayileşme” ve “kentleşme” arasındaki
münasebetin Batı’dakinden çok farklı çalışması. Batı’da “sanayileşme, kentleşmenin
yegâne motoru”. Başka bir deyişle, Batı’da sanayileşme ile birlikte, insanlar kırsal
kesimden kentlere cezbediliyorlar. Kentlere gelenler sanayi tarafından istihdam
ediliyor, emekleştiriliyor. Böylelikle, kestirmeden ifade edersek, “fabrikaları
kuranlar” ile, “fabrikalarda çalışanlar”, “emek” ve “sermaye” olarak karşı karşıya
geliyor ve ayrışıyorlar.
Bizde ise dediğim gibi, bu hiç yok değil. Ama bunun yanı sıra pek çok başka devinim
de mevcut. Bir defa işte, kentler “cazibe merkezi”; kırsal kesimden insanlarımızı
çekiyor. Diğer bir yandan “kırsal kesim” (“tarım alanlarının yetmezliği”, “geçim
sıkıntısı”, “daha iyi yaşam koşullarına duyulan özlem”, “terör” gibi), birbirinden
değişik pek çok sebepten dolayı, oradaki insanlarımızı itiyor. Ama kentlere, çok zalim
bir hayatın pençesinde olarak gelenler, buralardaki sanayi odakları tarafından
tamamen istihdam edilemiyor. Hatta önemli bir ölçüde, deyimin tam anlamıyla,
“sokakta kalıyor”. Güvencesiz, günü birlik, ayakta kalma mücadelesi içinde
yaşamaya çabalıyor.
Soyuta taşıyıp söylersem, bizde (Batı’dakinden iyice farklı olarak), “sanayileşme
kentleşmenin yegâne motoru değil”; buna bağlı olarak, çarpıcı bir şekilde geniş bir
toplum kesimimiz açısından, adeta bir “sosyal afet” yaşıyoruz.
2
Şu var ki, kapıldıkları zorlu hayatın pençesindeki insanlarımız (çoğumuzun,
olmamasını beklediğimiz için kınadığımız, ancak gerçekte anlamak durumunda
olduğumuz bir biçimde), ama “memleketçilik” yaparak, ama “mezhepsel” ya da
“etnik” dayanışmalar gelişitirerek, öz savunma refleksleriyle, öyle ya da böyle,
siyasete ağırlıklarını koyuyorlar.
Buradan, galiba çok kimsenin derinlemesine farkında olmadığı, ülkemize çok özgü
boyutlarda yaşanan, “kentlere önden gelenler” ile “arkadan gelenlerin”, kabuk
kabuk kümeleşip, biteviye ayrışmalarını içeren bir siyasi yapılanma ortaya çıkıyor.
Kimilerinin ayrıntı seçemeyen bir gözle baktığında, “orta sağ” – “orta sol” diye
algılayıp, “Bunlar niye birleşmiyorlar?” dediği, siyasi sahnedeki partilerimiz
gerçekte, ayrı ayrı, bu sosyal kabuklardan besleniyorlar.
Biz bu süreci, belirgin olarak 1960’lardan beri yaşıyoruz. O zamanlar, başta İstanbul,
büyük kentlere Karadenizliler gelmeye başlıyor. Biraz biraz da Doğulular. Bu
çerçevede, en önce “kentlerdeki yerleşikler” ile “Karadenizliler” ayrışmaya başlıyor.
Karadenizliler, kentlerdeki yerleşiklere karşıt olarak, buralardaki dar gelirlilerden
destek buluyorlar; Doğulular’dan da…
O zamanlar, “Toprak işleyenin, su kullananın”, “Ne ezen ne ezilen, hakça bir düzen”
sloganlarında simgelenen, ayrıca aydın hareketiyle rüzgarlanan “demokratik sol
yükseliş”, böylelikle payandalanıp güçleniyor.
Göç hareketinin ivmelenmesi ile, Doğulular, akın akın kentlere geliyor. İlginç bir
süreç, boy atıyor. Bir yandan kentlere intikal etmiş olanlar, yerleşikleşme çabasında
oluyorlar; diğer bir yandan yeni gelenler, kentlerin varoşlarında, birbirlerinin üzerine,
biteviye yığılıyorlar. Önden gelenler arkadan gelenleri, zaten kendilerine pek nefes
aldırtmayan daracık “geçim alanlarından” kentin dışarılarına doğru itiyor; sonradan
gelip, gitgide daha uzaklardaki varoşlara yığılanlar ise, kendilerine “geçim alanları”
oluşturmak üzere, kent merkezlerine sokulmaya çaba sarfederken, önlerinde
bulunanları, yaşam mücadelesi verdikleri alanlarda, itip kakıp sıkıştırıyorlar.
Bu çerçevede; kentlere en önceleri gelmiş Karadenizliler ile sonradan gelmiş
Karadenizliler ayrıştıkları gibi; önden gelmiş Karadenizliler ile bunların arkasından
gelmiş Doğulular; keza, bir süre önce gelmiş Doğulular ile daha sonra gelen
Doğulular; ilk bakışta belli belirsiz olsa da, aslında kabuk kabuk kümeleşip, çatışıyor
ve siyaseten ayrışıyorlar.
Bu o kadar böyle ki, bir bakıyorsunuz, işte partilerin içindeki, kimilerinin vukufsuzca
“hizip” deyip geçtikleri siyasi ayrışmalar dahi, buralardan kökler alıyor.
3
Ayrıntısıyla bilerek söylüyorum, on yıl kadar önce, bakın, Ankara – İstanbul
istikametinde İstanbul’a doğru geldiğinizi düşünün, E-5 Karayolu, SHP (o zamanki,
Sosyal Demokrat Halkçı Parti), örgütlerinin içinden geçiyormuş gibiydi (pek kimse de
bunun farkında değildi)! Tuzla, Pendik, Kartal ilçelerimizde, E-5 Karayolu’nun
“deniz” tarafında oturan, yani önemli ölçüde yerleşikleşmiş olan SHP’liler (o
zamanki Genel Sekreter) Sayın D. Baykal’ın etrafında kümeleniyorlardı; bu ilçelerde
E-5 Karayolu’nun öteki tarafında, sonraları geldikleri için ancak “tepelerde” yer
bulmuş olarak, kente tutunmaya çabalayan SHP’liler ise (o zamanki) Genel Başkan
Sayın E. İnönü’nün etrafında kümelenip, yaşam mücadelelerinde, birincilerle
ayrışıyor ve çatışıyorlardı. Bu sebeple SHP, habire iç kavgaya tutuşan bir parti
görünümü veriyor, kan kaybediyordu, ama bu ilginç gelişmeyi ne parti yönetimi, ne
de hatta siyaset gözlemcileri ya da siyaset bilimcileri, bir türlü çözümleyemiyorlardı.
SHP açısından, benzer durum, İstanbul’un hemen her ilçesinde olduğu gibi, bütün kıyı
koridorumuzda, o arada tabiatıyla Kocaeli, Ankara gibi büyük kentlerde de
geçerliydi. Buralara kentlere önden gelenler ile arkadan gelenler, amansız biçimde
ayrışıyor kavga ediyorlardı.
1992’de, CHP yeniden açılınca, birincilerin önemli bir bölümü oraya gittilerdi.
SHP’de kalanlar ise, yine aynı biçimde ayrıştılardı.
Hemen kimse pek farkında değil; yakın bir zaman önce, Fazilet Partisi’nin, bugüne
dönük olarak, bir yandan Saadet Partisi, öte yandan ise, Adalet ve Kalkınma Partisi
olarak çatlaması da, aşikâr biçimde açıklayageldiğim mekanizmadan kök alıyor.
Başka bir deyişle, gidilse bakılsa; E-5 Karayolu’nun; Fazilet Partisi’ni, tam ortadan
ikiye biçtiği; bu yolun “deniz” tarafında oturan, yani önemli ölçüde yerleşikleşmiş
olan Faziletliler’in şimdi Saadet Partisi’nin bünyesinde yapılandıkları; E-5
Karayolu’nun öteki tarafında, sonradan geldikleri için ancak “tepelerde” yer bulmuş
olarak, kente tutunmaya çabalayan Faziletliler’in ise, bugün Adalet ve Kalkınma
Partisi’nin bünyesinde yapılandıkları, görülebilecektir.
Aynı bir çerçevede, SHP’nin 1989’da, sözgelişi İstanbul’da, bilhassa varoşlardan
aldığı destekle, yerel yönetimde iktidar olması ile, Refah Partisi’nin 1994’de
İstanbul’da yine bilhassa varoşlardan aldığı destekle, yerel yönetimde iktidar olması
arasındaki tek fark; 1989’da SHP’ye giden oyların, 1994’te büyük bir çoğunlukla
Refah Partisi’ne gitmiş olmasından ibarettir. Durum 1999’da ise, değişmişmemiş
olmaktadır.
Bu tablo, fevkalade ilginç olarak, “ülkemizdeki genel siyasi yapılanmanın haritasını”
işaret ediyor.
Kentlere önden gelenler ile arkadan gelenler; “sonuçta, farklı farklı partilerde
yapılanmaya kadar giden hizip hareketlerini” beslemenin de ötesinde, işte esas
olarak, değişik değişik partilerimizi oluşturmaktalar.
4
Kentlere önden gelmiş olup, öyle ya da böyle kentlileşmiş olanlara “yerleşikler”
diyorum. Arkadan gelenlere, genelde “göçerler” diyorum. Bu deyimi Türkçemiz’in
“geniş zamanında” olarak ifade ediyorum, çünkü özellikle Doğu’dan kentlere
gelenler, malum, hemen “kentli” olmuyorlar; bunun için uzun bir süre çaba
sarfediyorlar.
Bir de “göçmenleri”, eski deyişle “muhacirleri” tanımlamalıyım. Bunlar, kentlere
Trakya’dan, Yunanistan’dan, Bulgaristan’dan, şimdilerde Balkanlar’ın öteki
yörelerinden, biraz da Kafkaslar’dan gelenler. Bunları “göçerlerden” ayırıyorum.
Bunun bir sebebi şu; buralardan Türkiye’ye özellikle, evvelce gelmiş olanlar, biraz da
devlet politikaları itibariyle, iskân edildikleri, o arada sistemli olarak istihdam
edildikleri için, kentlileşmeye, “Doğulu göçerlere” oranla, daha ileri evrelerden
başlıyorlar.
Kestirmeden ifade edecek olursak, ülkemizdeki siyasi anatomiyi, “yerleşikler”,
“göçerler” ve “göçmenlerin” oluşturdukları “dinamikler” arasındaki çekişmeler,
çelişkiler, buna da bağlı olarak ayrışmalar belirliyor. Böylesi bir ayrışma, işte
izlendiği üzere (ulusal bütünlüğümüzü zedeleyecek ölçüde) birbirinden hayli farklı
gelir gruplarını, dolayısıyla da hayli farklı “yaşam düzeylerini” işaret etmekte.
Bilhassa, 1995 Genel Seçimi bazında yaptığımız bir araştırma gösterdi ki, deniz
kentlerimizde, ANAP (yerleşikliğin bariz bir ölçüsü olan) denize en yakın sandıklarda
başta gelirken, buralardan geri planlara doğru çekildikçe silikleşmekte. Deniz
yakınında (o zaman), Refah Partisi, çoğunlukla hiç görünmezken, gerilere doğru,
hayatın zorlaşmasına neredeyse paralel olarak, bu parti fırlamakta. (Bu işlevi, aynı
bağlamda, bugün için ve şimdilik, çoğunlukla Adalet ve Kalkınma Partisi’nin
üstlendiğini öngörmek, kehânet oluşturmasa gerek.)
1995 itibariyle ANAP’ın karşısına (istisnalar ve örtüşmeler saklı olarak) denizden
yalnızca bir parça gerideki, örneğin esnaf çarşısında, DYP çıkmakta. Bu partinin
oyları da geri planlara geçildikçe düşmekte. Benzer görüntü sözgelişi Ümraniye gibi
sonradan kurulmuş bir ilçemizin ana caddesi ile bunun hemen arkasındaki sokaklara
dönük olarak da geçerli. ANAP, ana caddede önde; biraz arka planda, DYP öne
çıkabiliyor. Daha gerilere doğru ikisi de önemsizleşiyor.
CHP (1995 itibariyle) merkezlerde pek yok gibi. Geri planlara doğru geçildikçe
hafifçe tırmanıyor.
DSP (yine, 1995 itibariyle) ilginçtir, çoğunlukla “göçmen dinamiklerden” besleniyor.
Kentlere Batı’dan gelen göçmen dinamikler, buralara Doğu’dan gelen “göçer
dinamikler” ile (bunlara oranla birazcık daha üst gelir gruplarında bulunmaklıktan,
o arada her halde etnik farklılıklardan dolayı), ayrışıyorlar. Bu sebeple DSP
Trakya’da, keza, örneğin İstanbul’da Trakyalılar’ın çoğunlukla bulunduğu ilçelerde,
sözgelişi bir Bayrampaşa’da, hayli öne çıkıyor. Aynı çizgideki çok ilginç başka bir
örneği; Batı’dan gelip, Bursa’nın Batısı’na yerleşmiş “göçmenlerin”; Doğu’dan
gelip bu ilimizin Doğusu’nda tutunmaya çabalayan Doğulu “göçerler” ile ayrışarak,
DSP’ye yönelmeleri, oluşturuyor. Burada görülen durumun, 1999 Genel Seçimi’nde
iyice belirginleştiği, Trakya’dan başlayarak, Türkiye’nin hemen tüm Batısı’nda
DSP’nin birinci parti olduğu, anımsanabilir.
5
Bu arada, MHP’nin, “Doğulu göçerler” ile aynı kent hinterlandında, yaşam
kavgasında kapışan, “hayli dar gelir gruplarındaki kent gençlerinden”
beslenegeldiğini vurgulamalıyım. 1999 Genel Seçimi’nde MHP oyları; gerek
ANAP’ta, gerek DYP’de, gerekse de Fazilet Partisi’nde, epey bir süredir, ama bir
nevi ödünç olarak duruyor olup, Doğulu dinamiklerle bilinen sebeplerle zıtlaşan
“yoksul kesim ya da bunun biraz üstündeki sosyal katman oylarının”, ayrıca bunların
devamındaki genç oyların, “ocak” sayılan adrese yönelmesi sonucu, yükselmiş
olmalıdır. Bu çerçevede şimdi MHP’de yoğunlaşmış (“milliyetçi” olsun,
“muhafazakar” olsun), ne ki gerçekte kendilerine “ağababalık” taslayanlara
başkaldıran, orta ya da ortanın altı sosyal katman özlemlerini, yekten “sağ” olarak
yorumlamanın, dehşetli bir vukufsuzluk oluşturacağını önemle vurgulamak isterim.
Açıklayageldiğim çizgiyle uyumlu olarak MHP’nin, en nihayet, 1999 Genel
Seçimi’nde, en çok Orta Anadolu’da serpilerek, Batı’ya doğru, doğulu göçer
dinamiklere belli bir karşıtlık oluşturduğunun, gözlemlenmesi yerinde olacaktır.
*
İşte bir yığın, birbirinden değişik, Türkçeleri bile (milliyetçisi, muhafazakarı, dincisi,
ilericisine göre) farklılaşan sloganların, yer yer paravan, hatta bilinçsiz söylemlerin
gizlediği siyasi yapılanmamızın hızlı bir dökümü.
Neticede kötü olan şu ki, kabaca bakıldığında, Türkiye’nin Doğusu’nda olan partiler
Batısı’nda yok. Batısı’nda olan partiler Doğusu’nda yok! 1999 Genel Seçimi’nin
ortaya çıkarttığı en önemli bulgulardan biri budur, diye düşünüyorum.
Bu çerçevede ülkemizin Batısı, Doğusu’nun sorunlarını, herhangi bir biçimde
“tedhiş” (terör) çağrıştıracak yöntemlerle ele almaya yeltenen çıkışlara, “demokratik
tasarrufuyla”, şiddetli bir tepki vermektedir. Ülkemizin Doğusu ise, demokratik
özlemlerinin olsun, geniş bir çapta yeterince algılanmamasına, yine “demokratik
tasarrufu” ile, o da kendince, şiddetli bir tepki vermektedir. Bu denklemleri elden
geldiğnce yansız görmek, sağlıklı bir analiz yapmanın baş bir gereğidir.
Türkiye; kabuk kabuk ortaya çıkmış olan, bölgeleriyle, gelir gruplarıyla, etnik doku
ayrışmalarıyla iyiden iyiye belirginleşmiş, çok katmanlı kaotik bir siyasi anatominin
sancılarını yaşıyor. Buna karşılık çoğumuz sanıyorum, iyice anlamsız bir hayal
alemindeyiz. Siyasi süreç ise; dörtte birlik oy oranlarıyla en büyük kentlerimizi
yönetecek olanları, üçte birlik oy oranlarıyla üçte ikilik parlamento çoğunluklarını
belirlemeyi benimseniş olduğuna göre; iyice piyangolaştırılmış olarak, ne yazık ki,
yaşamdan önemli bir ölçüde dışarlanıp marjinalleşmiş çoğunluğun acıları pahasına,
hemen neredeyse, iktidar nemasına bu sefer kimlerin konup palazlanacağına zar atan
bir mekanizmaya indirgenmiş bulunuyor.
Bunları bilirsek, geleceğe dönük, daha çok umutvar olabileceğimize inanıyorum.