TÜRKİYE DİNCİLEŞİYOR DEĞİL, İRAN’A KARŞI MEZHEBÎLEŞTİRİLMEK İSTENİYOR!
TÜRKİYE DİNCİLEŞİYOR DEĞİL, İRAN’A KARŞI MEZHEBÎLEŞTİRİLMEK İSTENİYOR!
Prof.Dr. Tolga Yarman ''Bu tesbitimi, 22 Haziran 2025’te, İsrail – İran Savaşı’nı değerlendirirken, ifade ettiğim Televizyon Kanalı, “halkı kin ve nefrete teşvik ettiğim” yönündeki, gerçekle hiç bir biçimde örtüşmeyen bir gerekçeyle on gün kapatma cezasına çarptırıldı. Ne demek istediğim katiyen araştırılmamış ve anlaşılmamış olup, “isnadı” bütünüyle reddediyorum!'' dedi. ..
Prof.Dr. Tolga Yarman ''Bu tesbitimi, 22 Haziran 2025’te, İsrail – İran Savaşı’nı değerlendirirken, ifade ettiğim Televizyon Kanalı, “halkı kin ve nefrete teşvik ettiğim” yönündeki, gerçekle hiç bir biçimde örtüşmeyen bir gerekçeyle on gün kapatma cezasına çarptırıldı. Ne demek istediğim katiyen araştırılmamış ve anlaşılmamış olup, “isnadı” bütünüyle reddediyorum!'' dedi. ..
Okur, inanıyorum ki, başlıktaki terkibi (dana önce benden duymadıysa), ilk defa duyuyordur. Şahsen, başka kimseden duymadım… Bu yıl, akademik merdivenin en üst basamağında, 43. Yılı’nı (yanlış okumadınız, kırküçüncü yılını) idrak eden bir “hocaların hocasıyım”... Ulemaya kulak tıkayanlardan değilseniz, bana ve benim gibi olanlara -dediklerimize katılın ya da katılmayın- muhakkak dikkatinizi vermek zorundasınız… Her ne söylüyorsam, kalbî olarak ve vukufiyetle söylediğimden, emin olabilirsiniz… Bu toprağın ve göreneğimizin, bin şükür, has evlatlarından biriyim… Kimse, toprağımızın ve göreneğimizin daha fazla evladı olduğunu sanmasın…
Laiklik = Aklilik, Nakle Karşı Akıl, Yönetimde ve İnançta Akıl Türkiye’nin, şimdilerde de değil, geçmişte habire ve bilir bilmez dincileştiğini söyleyen, kimi sözde ilericilere hep karşı koyduğumu, hemen herkes bilir. Şu da var ki, dinci ayrıdır, dinbaz ayrıdır. Münafıklık, yani suret-i haktan görünüp, göreneği istismar eden, yalana dolana, fesata batmış “ikircikli mümin” tabiatı, en başta mukaddes kitabımızda teşhir edilir… Göstermelik inanç, başka hiçbir kutsal kitapta olmamacasına ve afallatıcı biçimde, orada kınanır, lanetlenir. Nasil ki, hukukçu, kimyacı, diyor ve fakat bunların hukuk ya da kimya sattıklarını kasdetmiyorsak, “dinci” derken, bu sözü “dinine bağlılık içinde olan” şeklinde anlayan, inananları; “simit satan simitçi” der gibi, “din satan dinci” kalıbına, farkında olmadan yerleştirerek, rencinde edebileceğimize, çok dikkat çekmişimdir…
Gerçi dinbaz ve dinci çok kimsenin dilinde, eşanlamlı olarak kullanılıyor. Ancak işte, dikkat çektiğim incelik dolayısıyla, “din satan dinciye”, asıl, “dinbaz” demek suretiyle, kasdedilen anlam, daha sağlıklı olarak yansıtılabilir. Bu bir tarafa, başlığın ilk yarısı, ülkemizin dincileştiğini ilerip sürüp, gerçeği göremediği bir yana, samimi inanları müteessir eden sözde ilerici yobaza karşı söylenmektedir. * Yazar, 1983’de kurulan Sosyal Demokrasi Partisi’nin (SODEP) 28 Kurucu Üyesi’nden biridir. SODEP, Kurucu Üyeleri’nin sayısı, o aşamada vetolar yüzünden gerekli olan 30’a tamamlanamayınca, 1984 Genel Seçimi’ne girememiştir. SODEP daha sonra Halkçı Parti ile 1985’te birleşmiştir; birleşik parti. Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) adını almıştır. SHP, daha sonra (1992), yeniden açılan CHP ile birleşmiştir (1995). Yazar, kökteki SODEP’in Kurucusu olması sıfatıyla, CHP Kurultay Onur Üyesi’dir. 1 İnançta özgürleşme adımlarının atılmasına, “kimi ilericilerimiz”, örneğin belediye memuresi iş yerinde başörtü takabilecekse, “Türkiye dincileşiyor” diye ayağa kalkarlar, ya… İşte, inananların yanında durarak, karşı çıktıklarım, esas olarak, bunlardır… Kestirmeden söyleyeyim, laikolardır!.. Dine, inanca, giderek Cumhuriyetimiz’in temellerini idrak etmekten uzak düşmüş laikçilerdir… “Laik”; Batı’da “klerk” sözcüğüne karşı yontulmuş bir sözcüktür. “Klerk”, kilise memuru demektir. “Laik” ise buna karşıt olarak “sokaktaki adam” (yani layman), demektir. O çerçevede, laiklik, “Kilise” ile “onun dışında olanların” çatışmasında, kilisenin boyunduruğuna son veren sistemin adıdır… Yani “kilise boyunduruğu” artık yoktur, laiklikte…
Devlet desteği, ilkesel olarak, kiliseye verilmez. Atatürk, o gün devletli kuran ve yegâne parti olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin, altıncı oku ve bir devlet yönetim düsturu olarak “laikliği” benimsemiştir. Ancak bizim laikliğimizle Batı’daki laiklik birbirine benzemez. Bir defa tarihsel olarak inanç sistemimizde kilise yoktur, kilise memuru hiç yoktur. “Cami boyunduruğu” kimsenin aklına gelmez. “Cami memuru” yoktur, her şey bir tarafa... Cami memuruna karşı, “Cami’nin dışında olacak bir “sokaktaki adam” kavramı, hiç yoktur. Camiler devletten destek elbette alır. Dinî bayram günleri, remî tatil günleridir. Gazilik ve şehitlik payeleri, devletin verdiği paylerdir. Ödüldür. Maddi karşılığı vardır. Şehit ailesi, ailenin toprağa verdiği şehit sevdicekten dolayı, maaş alır. Gazi kişi, hayat boyu gazi madalyası taşır, mütevazi olsa da ayrıcalıklara sahiptir.† Tamam da, müsellese üçgen diyen, muallime öğretmen diyen, miralaya albay diyen Atatürk, neden lakliği karşılayacak Türkçe bir sözcük yontmamış? Bir defa bu soru başlı başına bir araştırma konusudur. Hala daha, hem de hastanelerimizde, i) kanserbilim değil, onkoloji, ii) kanbilim değil, hematoloji, iii) ağrıbilim değil, algoloji, iv) görüntübilim değil, radyoloji, v) böbrekbilim değil, nefroloji, vi) sinirbilim değil, nöroloji yazılıyorsa, cevap buralarda, olmalı, denebilir… Ama bu dahi değildir, bugünkü sorun… Atatürk’ün yaptığının üstüne, aynı vezin ayni kafiyede olsun, birşeyler koymayacak mıyız, ya hu? Koyamıyoruz, maalesef… Sorun budur… Kısacası, lakliğe karşı, aradan neredeyse yüzyıl geçti, bir sözcük yontamamış olmak, aydınımızın ayıbıdır. Geçende bir felsefe profesörü arkadaşıma, “Halk büyük çoğunluğuyla, laiklik sözcüğünden bir şey anlamıyor!” diyorum… O bana, israrla, “Anlatacağız” diyor… İyi de, aradan yüzyıl geçmiş, bakın işte anlatmayı başaramamışız…
( Bu konudaki genişçe bir yazıma şuradan erişebilinir: https://www.ozgurifade.com.tr/yazar/prof-dr-tolga- yarman/laiklik-sozcugu-uzerine-971-kose-yazisi.)
Laiklik sözcüğünü tartacak Türkçe bir sözcük yontulamamış olması ise, bugünkü zihin karışıklığımızın baş sebeplerinden biridir. Hani telefonu, televizyonu, Türkçeleştirmemiş olmak kavrayışa zarar vermiyor, çünkü, elle tutuluyor, gözle görülüyor, bu gereçler… Ama laiklik öyle mi? Soyut!.. Sözcük bir de yabancı ve alengirli… Bakın, Diyanet İşleri Başkanlığımız, bugün hangi onaylamadığımız tasarruflara imza atıyor olursa olsun, bir Cumhuriyet Kurumu’dur… Diyanet’in günümüzde, benim de hiç beğenmediğim pek çok tasarrufuna bakarak, çok sayıda aydın, “laiklik ilkesi dolayısıyla”, bu kurumun kapatılması gerektiğini öne sürebilmektedir. Oysa, Milli Eğitim Bakanlığı’nın, katiyen katılmadığımız tasarrufları dolayısıyla, kapatılmasını önerebilir miyiz? Hayır!.. O halde, Cumhuriyet’in ayarları ile oynamaktan kaçınacaksak, Diyanet’in de kapatılmasını; kurumun yönetiminin tasarrufları bizi ne denli üzerse üzsün, aklımızdan geçirmemeliyiz... Bizim laikliğimiz, işte biraz anlattım, Batı’nın laiklğinden, çok farklıdır ve özetle, Diyanet İşleri Başkanlığımız bir Cumhuriyet Kurumu’dur. Bu olguyu lütfen hatrınızdan çıkarmayın. Laiklik sözcüğüne Türkçe bir karşılık ararken, geldiğimiz noktadan yola çıkmamız, gayet yerinde olacaktır. Cumhuriyet esas itibariyle bir akıl kurumudur. TBMM bir defa, bir akıl kurumudur. Bu olgu, O’nun alnında şu deyişle vücut bulur: Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!.. Bizim laikliğimiz, her türlü nakli, “bekleme odasına” alır… Sorgulamayı, tartışmayı ön plana çıkartır. Yönetim için; farklı farklı tariklerden (yollardan, meşreplerden), öğretilerden gelenler, alışkanlıklarını, kalıplarını, TBMM’nin kapısında bırakırlar, birbirlerine dayatmaktan kaçınırlar, salt akılla müzakerelerde bulunurlar, iyiyi, yararlıyı, hakkaniyetliyi, adil olanı, yontarlar. Daha doğrusu, Cumhuriyetimiz’in felsefesi itibariyle, böyle davranmakla mükelleftirler… Adap budur… Tıpkı bunun gibi, Diyanet İşleri Başkanlığımız, batıl itikatten (aslı olmayan, boş, hükümsüz, sahte, çürük inanıştan), hürafeden (akla ve gerçeğe aykırı laf-ı güzaftan) uzaklaltırılmış, bilhassa salt nakile karşı, aklı ve akılcılığı öne çeken, bir inanç kurumudur. Bu bağlamda, Anadolu İslam aydınlanmasının öncü kurumudur, Diyanet İşleri Başkanlığı… Böyle olursa ancak, “inanç özgürlüğü”, “vicdan özgürlüğü”, giderek “inanç barışı” kurumsallaştırılabilir ve yaşatılabilir. Böyle bir çerçevede, laikliğe “aklilik”, diyebiliriz.‡ Yönetimde akıldır, inançta akıldır, laiklik. Devlet yapımızdan, az önce anlattım, en başta akıl, inancımızın özünü dışarlamaz…
( https://www.ozgurifade.com.tr/haber-cumhuriyetin-101-yildonumunde-kafa-karisikliklari-bunu-da-asariz 3366.htm)
Bu açıklamayı, sorusuna cevaben yapmamla beraber, Lise’den Büyüğümüz, Rahmetli Prof. Mümtaz Soysal; “Aa çok haklısın Tolgacığım, laik, l, a, i, k harflerinden oluşuyor, aklî, a, k, l, i harflerinden oluşuyor; baksana, her iki sözcük de aynı harflerden oluşuyor” diye, ustura gibi bir espiriyle, tasdik ediverdiydi, bir televizyon programında, dediğimi… Laikliğe karşı Güzel Türkçemiz’de aklilik, ya da da işte nakle karşı akıl ve akılcılık, gayet anlaşılır duruyor. İnanç Barışı, Nakil Dayatılırsa Tehlikeye Girer!.. “İnanç barışı” ne zaman tehlikeye girer? Aklın önüne nakil yerleştirilir, giderek akıl iptal edilirse… Her şey alışkanlık kalıplarından ibaret telakki edilip, bu kalıplar ise mutlak varsayılarak, karşımızdakilerin beyinlerine (mahsus abartıyorum) itfaiye hortumuyla zerkedilemeye yeltenildiğinde… Zikrettiğim fiilin, bağnazlığın tarifi olduğuna dikkat edilebilir!.. “Kişinin dediğim dedik, öttürdüğüm düdük” dediğini, kaşısındakilere; sorgulamaya, tartışmaya, hiç bir biçimde kapı aralamaksızın, dayatma cürmünün adıdır, işte bağnazlık…
Böylesi bir körlük, inançların çatışmasında ortaya çıkarsa, din savaşlarına, oralara bile varmadan, mezhep savaşlarına, hatta hatta tarikatler arasındaki iflah etmez çatışmalara sebebiyet verir. Onun için “laiklik”; ya da işte, “dayatmacı bir nakle karşı i) yönetimde akılcılık, ii) inançta akılcılık”; toplumsal hayatta, “inanç barışının güvencesi” olmaktadır. Söz konusu anlayış, Cumhuriyet boyunca, birkaç acı vakka (Kahraman Maraş / 1978, Çorum / 1980 ve Sivas / 1993 kalkışmaları) hariç; yalnız, i) farklı farklı örfleri olan yurttaşlarımız arasında barışın kalıcı olmasını temin etmekle kalmamış; ii) aynı zamanda ülkemize farklı dinlere inanan ya da iii) hiç bir dine inanmayan yurttaşlarımız arasında da, “inanç barışının” sürmesine payanda olmuştur; iv) hatta hatta, farklı bir din şemsiyesi altında toplanmış, Komşu Yunanistan’la ve v) Müslüman olmakla beraber farklı bir mezhep şemsiyesi altında toplanmış Komşu İran’la; vi) o arada, bütün komuşularımızla; vii ) giderek bütün dünya ile; istisnaları bir tarafa bırakırsak, genel olarak, sorunsuz yaşamamıza imkan bahşetmiştir. Demin zikrettiğim Yurtiçi’ndeki kalkışmaları; tam anlamıyla; bir mezhebin (mutlak sayılan inanç pratiklerine aidiyet duyan dayatmacı belli bir zümrenin), bir başka mezhebin mensuplarını maatteessüf, ortadan kaldırmak üzere giriştikleri, önemlisi “akılcı göreneğimizle asla bağdaşmayan saldırı” deyimlemesi altında tasnif etmek, gerçeklerle örtüşen bir yaklaşım oluşturacaktır.
Mezhep Mezhep, hizipten geliyor. “Hizip”, fırka, yani bugün geniş olarak kullandığımız (bildiğimiz) “parti” (part / party, yani kesim) sözcüğüyle karşılanabilecek bir sözcüktür… Dinler, giderek mezhepler, hatta işte tarikatlerin arka planlarında gelişen sosyopolitik (yani siyasal ve toplumsal) veçheleri anlamadan, dinlerin, giderek dinlerin içinde mezheplerin (kesimlerim), mezheplerin içinde tarikatlerin (yolların) nasıl boy attığını, göremeyiz… 4 Protestanlık Mezhebi, Koyu Katolikliğe başkaldırının adıdır. Katoliklik içinde Ortodoksluk Mezhebi, Batı Roma İmparatorlu’na karşı, İstanbul Merkezli Doğa Roma İmparatorluğu’nun inanç esvabıdır (giysisidir). Gregoriyenlik, yine Katoliklik içinde bu sefer, başlıca Ermeni siyasal odağı dolayında boy atmış hükümranlığın, inanç esvabıdır. Katoliklik içinde Anglikan Mezhebi, İngiliz Kral VIII. Henry’nin, Kral’la evlenmeden beraber olmada ayak sürüyen yavuklusuna erişebilmek üzere, Kilise’nin, “eşini boşayamazsın” düsturuna başkaldırması sonucu, İngiliz Krallığı’na giydirdiği esvabın adıdır. Amerikan zencilerinin, kendilerine tepeden ve eşitsiz bakan beyazların kiliselerinden çıkarak, “Alın, kiliseninizi de, mesihinizi de, dininizi de, başınıza çalın!” diyerek, İslam dinini benimsemeleri, çok öğretici ve fevkalade ilginç bir toplumsal ve siyasal inanç yarılmasını işaret eder. Bölgemiz’de ise, başlıca, çoğunluğu İran’da yaşayan Hazreti Ali’nin Çocukları’yla, O’nunla karşıtlaşmış olarak boy atan Emeviyye boyundan gelenlerin mezhebî yarılması, öne çıkar… “Yarılma” deyimini bilerek kullandım… Çünkü, söz konusu yarılma, birazdan açıklayacağım çizgide olarak, Batı’daki kötülük makineleri tarafından acaip kullanılmıştır… Hala daha, kullanılmaktadır. Kısacası çeşitli günlük inanç pratiklerinde, kestirmeden söylersek, şekliyatta ayrışan Şiiler ve Sünniler ortaya çıkmıştır ve bunların arasında, bilhassa şekildeki kırılma hatları, toplulukları birbirlerine karşı kışkırtmak üzere acaip istismar edilegitmektedir…
İman Genlerimizi Bozmak Üzere Yapılan Çalışmalar Düşünceyi geliştirmek üzere, Şii ve Sünnî sözcükleri yerine, Sünnokratik ya da Sünnici ve Şiiokratik ya da Şiici demeyi yeğleyeceğim… Çünkü, Batı’daki kötülük karargâhlarında, bir strateji hocası olarak söylüyorum, hiç kuşkum yok ki, her iki tarafın da iman genleriyle, fena halde oynanmak üzere türlü tezgâhlar üzerinde çalışılmaktadır… Bu doğrultuda, ayrıca işte Batılı devletlerin uyanık liderlerinin inanç damarlarını kurcalayıp çatıştırmayı hedef alan ve açıktan telaffuz edilmiş “inci deyişleri”, sebille mevcuttur. Bu yazının sonuna koyduğum 1925 tarihli karikatür, o açıdan çok çarpıcıdır. Anlattığım sürecin temel başlangıç noktası, inanç genlerimizi bozarak, hakkaniyetsizliğe ve adaletsizliğe başkaldırı reflekslerimizden kopartmaktır. Şahsen gördüğüm, Ilımlı İslam işte budur… “Ilımlı İslam” deyimi, sözlük anlamı itibariyle, “köktendinciliğe” karşı, “makul bir islam” tarif etme amacıyla, yontulmuş görünüyor ise de… Son toplamda, hatta, habire yatkalktan ibaret, “Allah bana ben sana”, gibi saçma sapan ve gelir dağılımında sosyal adaleti hiçe sayan, egemene sürü sepet haksızlıklarında ancak “rahatlık” bahşedecek olan, hâşâ, “cici bir islam” kurgusunu işaret etmektedir… Burada Görenek; “kader”, “alın yazısı” diye, has öğretimizle taban taban zıt bir çizgide, örneğin işte “binadan demir çalsa dahi, müteahhit”, “depremde, çürük çatılmış binanın yıkılmasının müsebbibi olarak “kaderi” gösteren, müptezel bir anlayışa” zorlanmaktadır… 5 Böylesi bir zihniyet; iyiliği ödülle, kötülüğü cezayla tartan, yani herkesin kendi fiillerinden sorumlu olacağı, mahkeme-i kübra (hesap günü) kavramını unutturup, onun yerine ve dehşetli bir cürretle, “Yaradan’a günah ciro etmeye” kadar vardırmaktadır, yozlaşmayı... Öyle ya, hayır da şer de Yaradan’dan gelmekte ise, Günah, esas itibariyle, O’na boca ediliyor olmaktadır!.. Oysa “kader”, Mukaddes Kitabımız itibariyle doğa yasaları demektir… Değişmeyen onlardır… Onun dışında kişi özgür irade sahibidir ve her fiilinden bu açıdan, baştan sona sorumludur. Bütün bunları ise, öğreneceği bir yapıt vardır, inananların: Mukaddes Kitabımız… Ancak, O’nu mealinden (tercümesinden) okumanın, haram olduğunu ileriye sürebilecek kadar, kendilerinden geçebilmektedir, din bezirgânları… “Oku” diye başlayan Mukaddes Kitabı, dinbazlar, okutmamak için ellerinde geleni arkalarına koymamaktadırlar… Tarih içinde bütün şu dediklerimizin hepsi, vukua gelmiştir… Şimdilerde ise, i) stratejinin, ii) siber savaşın, iii) psikolojik savaşın, iv) en başta ise kötülük amaçlı finans kaynaklarının seferber edilmesi suretiyle, Has Göreneğimiz’in çivilerinin nasıl çıkartılabileceğini, düşünmek dahi istemiyor, insan… Ama inanın, bunu becermek için, ellerinden gelen her türlü melaneti artlarına koymaktadır, Batı’nın şer odakları… (Örnek olarak, yazının sonundaki Karikatür’e bakın, lütfen…) Bizim laikolar ise; dinden, inançtan uzak durmak adına, bütün şu seyr-ü seferi (trafiği), maatteessüf, salakça ıskalamaktadırlar… En iyi yapabildikleri, “Dincileştiriliyoruz!”, deyip, olayın özünü kavrayamadıklarından mâdâ; samimi inananları biteviye küstüregitmekte olup, süreci tezgahlayanların ekmeklerine, bilinçsizce yağ bal sürmektedirler. Bu aşamada 2010 Anayasa Referandumu’ndan önce, aşağıda okuyacağınız olay uzantısında, Dışişleri Bakanlığımız’a yazdığım mektubu dikkate sunmayı diliyorum. Dışişleri Bakanlığı’na Mektup
20 Mayıs 2010
Dışişleri Bakanlığı Balgat, Ankara
Aşağıda kaleme aldığım gelişmeyi, derin önemine binaen, dikkatinize sunuyorum.
19 Mart’ta, e-posta kutuma su ileti geldi: Konu: Kokteyl Duyurusu Değerli Üyelerimiz, 20 Mayıs 2010 6 ABD İstanbul Konsolosluğu ve Derneğimiz tarafından ABD Büyükelçisi Sayın ….. JEFFRY onuruna 24 Mart 2010 Çarşamba Günü 19:00 ve 21:00 saatleri arasında Boğaziçi Üniversitesi Rektörlük Binası Konferans Salonunda bir kokteyl verilecektir. Davete katılmak isteyen üyelerimizin bilgilerini ….. numaralı telefona veya ….. adresine bildirmeleri rica olunur. Davet programı ekteki belgededir. Davete katılımınızı rica eder; selam ve saygılarımı sunarım. İstanbul Fulbright Bursiyerleri Derneği Başkanı ** 1968-1972 arası TÜBİTAK Bursu ile, Massachusetts Institute of Technology’de (MIT) (Nükleer Mühendislik alanında) doktoramı tamamlamıştım… 1982’de ITÜ’de akademik merdivenin en üst basamağına terfi ettikten kısa bir süre sonra, Fulbright Konuk Öğretim Üyesi olmuş, bu çerçevede, 1984’de California Institute of Technology’de ağırlanmıştım. Diyeceğim o değil…
Aradan geçen 26 yıl boyunca bu özelliğim hiç hatırlanmadıydı! O nedenle yukarıdaki davet, ilginç geldi. Belirtilen adrese, davete katılacağımı yazdım. 24 Mart’ta, 19.00’da belirtilen yerde oldum. Yaklaşık yüz kişi kadar olduğumuzu, sanıyorum. ABD Ankara Büyükelçisi ….. tanıtıldı. Kürsüye geldi. Bir saate yakın bir konuşma yaptı. Konuşmanın; yarı yerinden itibaren, nereye gideceği belli olmuş gibiydi. Büyükelçi, bölgeyi, uzun uzadıya, tahlil etti. İran’ı, tehdit olarak gördüklerini, bilhassa vurguladı. Türkiye’nin canlılığını, bu arada, başka ülkelerin, hatta Putin-li Rusya ile Medvedev-li Rusya’nin farkının dahi, kestirilebilir olmasına karşın, Türkiye’nin kestirimlere pek gelmediğini, vurguladı. Kayseri ve Konya sanayi bölgelerimizi, Uzak Doğu Kaplanları’na benzetti. Türkiye’nin kendi omuzları üzerinde durabildiğini, belirtti. Başbakan’ı ve Cumhurbaşkanı’nı övdü. (Silahlı Kuvvetler’den ve Muhalefet’ten hiç bahsetmedi.) Söz BOP’a (Büyük Ortadoğu Projesi’ne) gelince, Osmanlı İmparatorluğu’nu övdü!.. Hükumet’le harika bir ilişki sürdürdüklerini belirtti. Sonra, “Biz, ülkelerin iç işlerine karışmayız!”, demesine karşın, sözü, Türkiye’nin demokratikleşmesine ve Anayasa değişikliğine getirdi. Bunun gerekliliğini vurguladı ve referandum için, bizlerden destek beklediğini, açık bir dille ortaya koydu… Kalakaldık. Ama dediğim gibi, konuşmanın buralara kadar gelebileceği, epey bir belli olmuştu.
Büyükelçi, birkaç soru alabileceğini söyledi. Prof. Suna Kili söz aldı. Yer yer göz yaşlarını tutamayarak, “Bizi, Araplar’a itiyorsunuz, bu, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine aykırıdır, biz laik ve çağdaş bir ülkeyiz”, bunu yapamazsınız”, dedi. Duygulu ve içten konuşması alkışlandı. Prof. Kili’nin konuşması Büyükelçi’ye, üslupta ölçülü ve yumuşak, ancak özde sert bir tepkiydi… Büyükelçi, Prof. Kili’yi yatıştırıcı, kısa bir yanıt verdi… 7 Prof. Fuat İnce, ABD’nin, bugün Türkiye’de ılımlı İslam’ı desteklediğini, ancak bunun köktendinciliğe dönüşebileceğini, dikkate alması gerektiğini ifade etti; gerçekten de, Türkiye’de demokrasinin temellerinin aşındırılmakta bulunduğunu ve demokrasinin giderek yok olduğunu, ABD’nin bundan endişe edip etmediğini sordu. Büyükelçi, yine yatıştırıcı kısa bir yanıt verdi; soruyu geçiştirdi…
Söz alma sorunluluğundaydım. Büyükelçi ile ilk defa karşılaşıyordum… Ama hakkındaki tanıtım yazısı okunurken, benim Boston’da (MIT’de) doktoramı yaptığım yıllarda, onun da orada, komşu North East ve Boston Üniversiteleri’nde öğrenim gördüğü, işaret edilmişti. Bu çerçevede ona ilk ismiyle hitap etmeyi öne çektim; söz aldım ve özetle şöyle dedim (Turkçesi ile yazıyorum): - Sevgili ….., aynı tarihlerde Boston’da okumuşuz. Orada, ABD’nin iki veçhesini gördüm. Birincisi, okulum, bir bilim cennetiydi. Bu çerçevede, ABD’de, Hocalarım’dan, Meslekdaşlarım’dan, giderek öğrencilerimden başlayarak, ebedî dostluklarım vardır. İkincisi, o tarihlerde Vietnam Savaşı sürüyordu. Korkunçtu. ABD’nin bu ikinci veçhesi, şimdi, bölgemizde… Havuç için değil, Petrol için buradasınız. “Türkiye’nin Demokratikleşmesi” diyorsun. Seni bir arkadaşımız olarak görmesem, bu konuyu, genelde ülkemizde yaşadığımız sorunları, burada konuşmazdım. Ama konuyu madem sen açtın, dostça konuşalım. Üçte birlik oy oranlarıyla, üçte ikilik parlamento çoğunluğunun elde edildiği bir süreçte demokratikleşmeden bahis, abestir. Bu konuya hiç değinmedin. Yüzde onluk ülke seçim barajı var. Milyonlarca oy zayi oluyor. Demokrasi adına en önce buna mani olmamız gerekmez mi? Partilerin içinde hemen neredeyse, demokrasi yok; bir defa, bunun demokrasi özlemi itibariyle, rahatsız edici bulunmaması, ayrıca çok tuhaf. Üç, dört lideri kontrol etmeye çalışarak, Türkiye’yi, kontrol etmeye yönelmeniz, bence harika bir strateji, ama “demokrasi” bu değil. Biz “gerçek demokrasi” için mücadele ediyoruz… Korkarım, senin anladığın demokrasi, değil bu…
Onun için sözlerine hiç katılmıyorum. Bizden istediğini, bu çerçevede, hiç istememelisin. Ne diyorsam, içtenlikle ve vukufla söylediğime, güven lütfen. Bu kadar!.. Büyükelçi’nin, sözlerimden hoşnut olmadığını tahmin edebilirsiniz. Büyükelçi, bana kısa bir yanıt verdi: - Enerji için burada değiliz (kim inanır, değil mi?), bölge istikrarsızdı, onun için buradayız. Üçte birlik oy oranı ile üçte ikilik parlamento çoğunluğu elde etme olasılığı, eskiden de vardı (el hak, doğru, söz konusu hüner, Rahmetli Özal’ın icadıydı), yüzde on baraj mı iyidir, yüzde beş mi, bu tartışılabilir… Aslında herhangi bir büyükelçi, herhangi ciddi bir ülkede, böyle bir konuşma yapsa, tam bir yabancı militan sıfatında algılanıp, o ülkenin iç işlerine karıştığı savıyla, derhal “istenmeyen insan” ilan edilir ve sınır dışına çıkarılır…
Toplantıdan sonra, kokteyl vardı. Kalmadım, ayrıldım. Zaten kestirmekteydim ve pek çok televizyon programında dile getiriyordum: Demokratik süreçlerde alınan kararlara saygımız saklı olarak, ancak Anayasa değişikliği, esas olarak, 8 Türkiye’yi ve bölgeyi, malum istekler doğrultusunda yeni baştan dizayn etmenin son bir temel aparatı olarak gerçekleştirilmek isteniyor… Bu hissimi beton gibi yerine oturtan bilgi, üstelik birinci ağızdan önüme gelivermişti… Keyfiyet bundan ibarettir… Güzel dileklerle, sevgiler, saygılar sunuyorum…
Prof. Dr. Tolga Yarman Dışişleri Baskanlığı’na 20 Mayıs 2010’da yazdığım mektup, budur. İçerik, çok açık olarak, 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu’nun -seçim süreçlerine saygım saklı olarak ifade ediyorum- Okyanus aşırı bir telkin olduğunu sergilemektedir. BOP, Yeni Osmanlıcılık§ ve Yakın Geçmişteki İlk Mezhep Savaşı: İrak – İran Savaşı Yukarıdaki mektupta, “BOP”u ve “Osmanlı İmparatorluğunu büyük harflerle yazdım… BOP, “Büyük Ortadoğu Projesi”, demek, malum... 2004’te Başkan Bush, ABD Ordusu İrak’a girdikten (2003) sonra, telaffuz etmişti, bu deyimi… Başbakan Erdoğan ise, gururla, BOP Eşbaşkanı olduğunu ifade ediyordu. Hatirlamayan yoktur, inanıyorum… Bakın, kimseyi rencide etmek istiyor değilim… Esasen öyle bir davranış harcım değildir. Pek muhtemelen Başbakan Erdoğan; insan nihayet; “iyi bir görev üstlendiğini” düşünerek, BOP Eşbaşkanı olduğunu telaffuz ediyordu, o aralar, inanıyorum… Kendisine neler vaadedilmiş olabileceğini ise, O’nun, vaktinde, ortaya koyduğu seçim başarıları elbette teslim edilmek kaydıyla, bugünlere bakarak çıkartsamak, zor olmasa gerektir. İrak deyince, resmi iyi kavrayabilmek üzere, 1980 İrak – İran Savaşı’na gitmek gerekir. Hatırlayalım Saddam Sunnî’dir, İran ise Şii… Bizde, 12 Eylül 1980 müdahalesinin gerçekleşmesinden, hepsi hepsi on gün sonra, Saddam İran’a azmettirildi. Ne tesadüf, değil mi!.. Anafikir ise, o aralar uçmuş pertol fiyatlarının düşürülmek istenmesiydi. Saddam, saldırmasaydı elbette!.. Ama saldırdı… Sürecin sonunda ise, hayatıyla ödedi, hatasını…
Yüzmilyarlaca dolardan oldu, İran da İrak da… Asıl, onbinlerce gencecik insan, toprağa düştü, her iki taraftan… İran da İrak da, daha çok silah alabilmek üzere, daha çok petrol sattılar… Arz yükselince, fiyatlar düşüverdi… Batılılar daha çok silah sattılar. Ödedikleri petrodolarları, silah satarak geri aldılar. O arada, taraflardan hangisi ötekine üstünlük sağlamışsa, O’na daha az silah verdiler. Savaşı sürdürmeyi bildiler… Kazançlarını arttırdılar… Kırkbeş yıl önceki savaştan bilhassa bahsediyorum, çünkü İran – İrak savaşı, Bölgemizdeki, yakın geçmiş itibariyle, ilk mezhep savaşıdır… Sonuç: Ne İrak ne İran kazandı!..
Ancak dikkat, ABD ve beraberindeki İngiltere, İrak’a 2003’te girdi… §§§ https://www.ozgurifade.com.tr/yazar/prof-dr-tolga-yarman/yeni-osmanlicilik-cercevesinde-hilafet-cagrilarienerji- bolge-ve-turkiye-159-kose-yazisi 9 Niye girdiler? Var olduğu iddia edilen kitle imha silahlarını yok etmek için… Demokrasi, insan hakları ve özgürlükleri İrak’a götürmek için… Kim inanır? Sonuçsa, ortada… Acılar içinde tam bir kapkaranlık tablo… Anafikir, petrole ve doğal gaza çökmekti… Çöktüler… İran’ı zayıflatmaktı... Elhak başardılar… İrak’ı parçalamaktı, elhak parçaladılar… İrak’ın Kuzeyi’nde, daha sonra Suriye’nin Kuzeyi’nde tesis edilecek, Kürtçü Kanton’la birleştirilmek üzere, Kürtçü bir Kanton kurmaktı… Elhak kurdular… Aynı dili dahi konuşmayan ve araları iflah etmez Barzani ile Talabani’yi, sarmaştırmaktı… Elhak sarmaştırdılar… Şu ki, nereye daha müreffeh bir ülke oluşturmak için girdilerse, arkalarında, i) milyonalrca ölü yanı sıra, ii) sağ kalanlardan yalnızca mutsuz insanlar bırakmadılar, iii) yıkımların en vahşilerine sebebiyet verdiler…
Yukarıdaki ara başlığa “Yeni Osmanlıcılık”, deyimini bilhassa yerleştirdim. Bu deyim, günümüzde, Osmanlı’ya öykünenlerin eğilimlerini, işaret etmek üzere, piyasaya sürülmüş ise de, yukarıdaki mektupta gördük, “Osmanlıcılık”, Okyanus aşırı strateji odaklarında, yeni baştan tesis edilmek isteniyor. Neden? Osmanlı Sunnîdir. Bölge’deki bütün zengin mi zengin fosil kaynaklar (petrol ve doğal gaz), işte Kuzey Afrika ve Büyük Ortadoğu’nun fosil kaynakları, Eski Osmanlı topraklarındadır. Aşağı yukarı aynı hacimdeki fosil kaynaklar, fazla olarak, İran topraklarında da, yer almaktadır. Şu ki, İran bölgedeki tek büyük Şii devlettir. Demin anlattım: İran, Saddam’ın bu ülkeye saldır(tıl)masıyla, epey yorulmuştur, ama yıkılamamıştır. Kolaydan, ayrıca yıkılamayacak görünmektedir!.. Ancak, i) Bölge’nin fosil kaynakları, ii) Bölge’nin stratejik özellikleri ve iii) İsrail’in güvenliği, aynı bağlamda iv) Doğu Akdeniz Tabanı’nın altında yeni bulunan muaazzam (Türkiye’ye en az şöyle bir yüz yıl yetebilecek olan) fosil kaynaklar, hepsi, özdeş stratejik önemde tezahür etmektedir.
Gazze bu kaynaklara paydaş olup, şahsen gördüğüm, ne denli vahşiyane olursa olsun, sırf bu sebeple, Akdeniz sahilinden kazınmak istenmiştir. Oysa, bütün şu denklemlerdeki tek tehdit, diyeceğim, Şii İran’dır. Ayrıca İran, Çin’in petrolünü sağlamaktadır. Büyük Çin kuşatmasında, İran, stratejik olarak muhakkak ele geçirilebilmelidir. Bu nasıl olacaktır? Yukarıda gördük, Osmanlı’yı yeniden hayata geçirmek söz konusu olduydu, ya… Eski Osmanlı topraklarında, “Yeni Osmanlıcılık” adı altında, Sünnici bir yapı tesis edip, burayı, Şiici olarak takdim edilecek İran’la, şekilde karşıtlaştırıp mezhebî olarak alabildiğine ayrıştırmak; Saddam’la, şimdilerde İsrail’le, yarım kalmış işi, tamamlamak... Bu kaygıyladır ki, 2013’de, ülkemiz yönetiminin tepe merciine, 2010 Anayasa Referandumu’nda sağlanan seçim başarısına saygım saklı olsa da, “Bizi İran’a karşı Saddamlaştırmak!” istiyorlar yönündeki uyarımı, bütün şu denklemleri dilim döndüğünce anlatarak, ilettim.
2010 Referandumu ile bilhassa, Fetö (Fethullahçı Terör Örgütü), yargıyı ele geçirdi. Ele geçen yargıyla, ekilmiş deliller ve binbir türlü akla hayale sığmaz iftirayla, Genelkurmay Başkanı’nı terör başı diye hapse atmaktan başlayarak, saçma sapan “Kumpas davaları” (Ergenekon / 2008, Balyoz / 2010, Askerî Casusluk / 2011, ilahir), gündeme geldi. Silahlı Kuvvetlerimiz’in, komuta kademesi, tek kurşun atılmadan, biçildi; zindanlara atıldı. Tasfiye edilen komutanların yerine, Fetö yoluna devşirilmiş, üstüne üstlük çizgileri evvelce ilgili makamlara bildirilmiş olduğu halde, hiçbir biçimde ilişilmemiş subaylar geldi. Giderek, 15 Temmuz 2016 “Fetö Darbesi” olarak adlandırılan, evreye tırmanıldı. Arkasından, hiç kuşku duymuyorum, çünkü akış onu gösteriyor, yine bir Okyanus aşırı telkinle, 2017 Referandumu oldu ve rejim (mühürsüz oy pusulaları geçerli sayılınca), değişti… Arap Baharı ve Suriye’de Mezhebî Rejim Değişikliği Görüyor musunuz, konu, nerelerden kök alıyor!.. 2010 Anayasa Referandumumuz, BOP (2003), Yeni Osmanlıclılık (2010) dedik, pat diye, 1980 İrak – İran Savaşı’na gidiverdik… Oradan Kumpas davalarına, giderek 2016 Fetö Darbesi’ne ve Rejimi değiştiren 2107 Anayasa Referandumu’na geçtik… Lamı cimi yok, stratejik planlar böyle hazırlanır… Arada, bir temel halka kaldı: Arap Baharı ve Suriye’de Rejim Değişikliği, daha doğrusu yönetimde, son toplamda, mezhebî değişiklik… Arap Baharı (2011), inanması zor, başka ve Büyük Orta Doğu Projesi içinde yer alan, bir emperyal projedir… Önce, strateji derslerimde anlattığım bir Tolga Yarman Teoremi’ni işaret edeyim: Bir yerde bir olay vukua geliyorsa, iki özelliğe birden bakmak gerekir: i) Vasat var mı? ii) Kim kaşıyor? “Vasat var” demek, “Birileri kaşımıyor” demek değildir. “Birileri kaşıyor” demek, “vasat yok” demek değildir. Şu ki, bir yerde bir olay vukua geliyorsa, bir defa vasat muhakkak vardır, ama, yetersiz bir vasatta dahi, birileri kuvvetli biçimde kaşırsa, söz konusu olay yine patlak verebilir. Arap Baharı tam da bu özelliktedir. Önemlisi Okyanus aşırı odağın Dış İşleri Bakanı Condaleezza Rice, süreci haber etmiş, bölgede coğrafyaların değişebileceğini belirtmiştir (2011). Arap Baharı’nın kapsamına giren ülkelerde -Tunus, Mısır, Libya, Suriye, Bahreyn, Ürdün, Yemen- vasat, evet vardı, ancak birileri ayrıca ve fena halde kaşıdılar ve kanattılar… Vasatın olduğu başka ülkeler, mesela, Körfez ülkeleri kaşınmadı, oralarda benzer olaylar görülmedi. Söz konusu, Arap Baharı’na duçar olan ülkelerin kaşındığı o kadar belli ki, olaylar, hemen neredeyse ayni zamanda patlak verdi. Batılı ülkelerinin kötülük odaklarından yapılan açıklamalar, ayrıca, örneğin Suriye’de, Şam rejimine baş kaldıranlara yüzmilyonlarca dolar destek sağlandığı, açıklandı… (Fazlası vardır, eksiği yoktur, emin olabilirsiniz…) Libya’da, her biri, asgarasinden milyon dolar eden hibe tanklarla, güya “özgürlük savaşı” verildi. Hazin ama böyle… Olayların bilhassa Eski Osmanlı topraklarında geçtiğine dikkat edin lutfen… 11 Hiç bir yerde, hiç bir ulus, olayların öncesinde olduğundan, daha mutlu olmadı. Hiç bir yere, iddiaların tersine, insan hakları, özgürlükler ve demokrasi gitmedi… Toprağa düşen milyonlarca ölü ve milyonlarca yaralı cabası olarak… Her yer, diğer yandan, tepeden tırnağa soyuldu… Burada ayrıntıya girme şansım yok… Gördüğüm özetle şu ki, demin dikkate sunduğum mektupta geçen “Yeni bir Osmanlı Şemsiyesi peydahlama hedefi” ile uyumlu olarak, bölgede, sünnici bir yapının tesisi, el hak başarılagitmiştir. Suriye’deki rejim de, bugün el değiştirmiş olarak, bu yapı iyice ortaya çıkmış görünmektedir. O kadar böyledir ki, “Hain Darbeci Sisi” (Mısır Devlet Başkanı), “Aziz Kardeşimiz Sisi” oluvermiştir, bile… Pekiyi, Suriye ile sorunumuz neydi? Suriye rejimi bir defa, Nusayri’ydi, yani Arap Alevisi’ydi… Dolayısıyla Sünnici Yeni Osmanlı yapısıyla uyumsuzdu. Rejim onun için devrilmeliydi. Suriye Savaşı, o açıdan içim acıyarak ve burada bir kez daha söylüyorum: O oldu, bu oldu, eyvallah, şu ki tek cümleyle ifade edecek olursak, “Bölge’de, yakın geçmişteki ikinci mezhep savaşıdır”. Öte yandan, demin de işaret ettim, Suriye’nin Kuzeyi, Kürtçüler’e tahsis olunacak ve burada kurulacak Kürtçü yapı, İrak’ın Kuzeyi’nde kurulmuş bulunan Kürtçü yapıyla birleştirilecekti. Sevgili Kürt Kardeşlerim beni bağışlasınlar… “Kürtçü” diyorum… Bu deyimle bir yergiyi kasdediyor değilim. Şu ki, toplu bir sürüklenme olduğu aşikâr… Bu geniş bahse, burada daha fazla giremeyeceğim… Kürt konusunda Ankara’nın yıllar içinde gündeme gelmiş bin tane kusuru, hatta vebali vardır, denebilir, ki, şahsen bu konuda gerçeklerin ne denli yanında durduğum, yaygın olarak bilinir. Kürt’e yahut Zaza’ya, yahut Laz’a, yahut Arnavut’a, yahut Arap’a anadillerinden isimler verilmesinin önlenmesi; anadillerinde şarkı söylemelerine mâni olunması; bütün şu etnik zenginliklerimizle ilgili araştırmalar yapılmasının sağlanamamış olması; hele bugün TRT, bütün şu yurttaşlarımızın hepsinin anadillerinde yayın yapma noltasına, ne güzel ki, gelebilmişse; büyük bir bühtandır. Bu ne kadar böyle ise, “emperyalizmin kucağında milli kurtuluş savaşı yapılamayacağı” bir o kadar varittir. Şurası açıktır ki, Proje’ye gayet uygun olarak, önce Suriye sınırımızdaki mayınlar önemli ölçüde temizlenmiştir (2004-2014). Arkasından Suriyeliler acılar içinde özellikle Türkiye’ye icbar edilmişlerdir. Resmî rakamlara göre yuvarlak dört milyon (yalnızca) Suriyeli’yi bünyemize kabul etmek durumunda kalmışızdır. Bu, dünyanın gördüğü en büyük tehcirdir, etnik temizliktir. Ama bütün bunlar görülmezden gelinerek, hala daha ve görülmemiş bir yüzsüzlükle önümüze, yüz yıl önceki ve bugünkü vahşetle, ne sayı olarak ne karakter olarak, hiç bir biçimce karşılaştırılamayacak olan “Ermeni Tehciri” konmaya, devam edilebilmiştir. Vallahi pes!.. Bu tiyatroya, maattessüf Suriye’nin Kuzeyi, kimler için boşaltılmışsa, Onlar en başta, alkış tutmuşlardır… Suriye’nin Kuzeyi’nden ülkemize, Araplar, Türkmenler, Sünniler, her bir etnik yapı göçe zorlanmış, orada işte bir tek Sunnî Kürtçüler bırakılmıştır. 12 Bu yapı, her halde yakın olmalıdır, demin de isaret ettim, İrak’ın Kuzeyi’nde tesis olunan Sunnî Kürtçü yapıyla birleştirilip, keşke yanılsam, ancak bu aşamaya kadar ilmik ilmik çözümlediğimiz stratejinin acı bir gerçeği olarak, Şii İran’a icbar edilecektir. Yani, Yeni Osmanlıcı Sunnî yapı, Şii İran’a karşı Saddamlaştırılmak istenmektedir ki, bunu, yeni olarak söylüyor değilim; onbeş senedir, söylüyorum; Devletimiz’in ilgili mercilerine iletiyorum… Sonuç: Yeni Osmanlıcı Sunnî yapı, İran’a karşı Saddamlaştırılmak istenmektedir!.. Şimdi, yazının başlığını, dönüp bir daha okuyun, lütfen… Birinci cümlecik, yukarıda açıkladım, ne zaman İslamî içerikli bir gelişme meydana gelse, “Dincileşiyoruz” diye ayağa fırlayan ve hala daha ayıkmamış, yetmez-ama-evetçi laikolara... Korkulacak olan, o değil ki!.. Enine boyuna açıkladım… Asıl, devasa bir emperyal projenin kıskacındayız… Bunun adı, Büyük Orta Doğu Projesi’dir: i) Yeni Osmanlıclık diye üstümüze geliyor… ii) Arap Baharı diye üstümüze geliyor… iii) Ilımlı İslam diye üstümüze geliyor… iv) Şimdilerde, bütün ağırlık –evvelce, kısmen, İrak’in Kuzdeyi’nde toplanmış olup- Suriye’nin Kuzeyi’ne kaydırılmış olarak, PKK’nin meşrulaştırılmasıyla, üstümüze geliyor. v) Her şekilde, saçak saçak, üstümüze geliyor… Başlıktaki ikinci cümlecik, sıralayageldiğiim bütün boyutları kapsıyor… Suriye ve İrak Sünni Kürtçü yapılarının, birlikte olarak, İran’a azmettirileceğinden, stratejinin devamında olarak, keşke yanılsam ama işte duraksamak için sebep, maalesef, göremiyorum… Sonuçta, Yeni Osmanlıcılık şemsiyesi altında toplanan toplu yapı, Canımız Vatanımız’la beraber, İran’a karşı, yıllardır ifade ettiğim, Devlet mercilerimizi uyardığım şekliyle, Saddamlaştırılmak isteniyor… İsrail’in İran’a saldırısı üzerine; nükleer birikimleri uzantısında televizyonlara çağrılmış olup, bütün dünyaya “Dahiyane bir ahmaklık tablosu”** oluşturan nükleer silahlanma yarışının öğrettiklerinin idrak edilmesi ve İran’ın, bütün dünyanın, mazallah başına gelebilecek belânın tetiğini çekmeye itilmemesinin temini yönünde, çığlıkla, barış çağrıları yapan Prof. Tolga Yarman’ın; yazının başlığındaki çarpıcı gerçekleri telaffuz ederken, “halkı kin ve nefrete teşvik ettiğini”, anlatageldiğim şu feci tablonun ışığında, artık kimsenin, hiç bir biçimde aklından geçirmeyeceğine, inanıyorum… ** Nükleer silahlanmanın her bir evresi, yani işte i) Kırılabilir atom çekirdeğinden yana, Doğal Üranyum zenginleştirme, ii) Plütonyum ayrıştırma, iii) nükleer başlıklar, iv) nükleer başlıkları taşıyan balistik füzeler, v) Nükleer füzesavarlar, vi) Nükleer füzesavarları aldatacak, çok başlıklı nükleer füzeler, vii) giderek topyekun saldırıda tüm nükleer cephanenin yok olmasına mani olmak üzere, yirmidört saat yer altında, denizaltılarda ve bombardıman uçaklarında dolaştırılan nükleer başlıklar, viii) erken haber alma radar cihazları, bütün bunların her biri ayrı ayrı, ulusların en dahi çocuklarının hemen bütün ömürleri boyunca sergiledikleri çalışmalar uzantısında var edilebilmişlerdir. Bu ne kadar böyleyse; nükleer silahlanma yarışının bir işe yaramadığının ve en küçük ilave bir savunma kabiliyetinin tesisinin, son toplamda karşı tarafa tehdit olarak yansıdığının idrak edilmesinden mâdâ, asıl, hayale sığmaz minik bir kaza ile dahi, “karşılıklı nükleer imha yetisi dengesinin”, bir çırpıda, tarafların topyekun yok olmalarına evrilebileceğinin kavrandığı olgusu, bir o kadar varittir. O nedenle süreç, son toplamda insanlığı, ağızdan yel alsın, bir hiçe sürükleyebilecek olup, “dahiyane bir ahmaklık tablosu” oluşturmaktadır. 13 Toprağın ve göreneğimizin has bir evladı, aynı bağlamda Hubble Teleskopu’ndan Kâinat’ın sırlarının keşfine biteviye cezbolan, bir çırpıda sayılamayacak kadar çok bilimsel eserin mimarı, o arada Einstein’ın Genel Görelilik Kuramı’na belirgin biçimde alternatif olarak yayınlanmış (Annals of Physics, 19 Mayıs 2023), yalnızca yerçekimine değil, aynı zamanda elektrik alandan başlayarak bütün alanlara uygulanabilir, yeni bütüncül nazariyenin (Quantal Theory of Gravity) banisi, bir dünya aydını ve bilim insanı olarak, Dünya’yı yönetenlerden başlayarak, herkesi, suhuletle düşünmeye, akılcı ve insancıl davranmaya davet ediyorum… Yazıyı aşağdaki, Değerli Serdar Şahinkaya’nın paylaşımı olan, karikatürle bitiriyorum. Bir elinde Kuran, öteki elinde karabina, Şeyh Sait Kılığı’na girmiş İngitere Başbanı Chamberlain, Kürtçüler’i isyana azmettiriyor
(Izvestia Gazetesi, Sovyetler Birliği, 27 Şubat 1927). O zamanki “Küçük Orta Doğu Projesi”nin karikatürüdür, bu!..