Bugün kendimle bir randevum vardı. Karşısına oturdum; "Anlat," dedi, "dinlerim seni. Dök içini, at zehrini, konuş benimle." Boğazım düğüm düğüm, yüreğimin en derinini anlattım. Hiç susmadım, susamadım. Bir ara sözler lal oldu dilimde, yutkundum. İçimdekileri aniden koşturma hissine kapıldım; her bir sözüm diğerini geçme telaşındaydı. Ben şaşkın, ben ürkek. Zehir böyle mi atılırdı yürekten? Ruh böyle mi berraklaşırdı sahiden?
Koşmaktan yorulan kalbimin sırları, nihayet gözyaşıma sıra verdi. Sırlarım kadar sabırsız değillerdi belki ama, sıralarını beklemekten yorulmuş bir edayla pınarlarımdan salıverildiler. "AFFET," dedi, "artık affet. Önce kendini, sonra seni zehirleyenleri..." Gönül çok istedi, çookkk istedi "seni affediyorum" diyebilmeyi.
İşte bu çok kalabalıkların içindeki yalnızlığım, kendimle hesaplaşma telaşıma sebep oldu bugün. Yüreğimden fırlattığım her söz, duvardaki boş tuvalde yerini buldu. Yüzlercesi, binlercesi; en siyahından en akına, tablodaki resmi tamamladı. Artık ruhum bir çerçevede asılı. Elimin tersiyle hıçkırıklarımı siliyorum, gözyaşlarımdaki zemberek alacası sinsice yüzümü yalarken, yarattığı esere imza oluşunun farkında değil.