Hangi aşka yanıldım da girdim,
Hangi gönül sarayında misafir oldum da
yitirdim kendi varlığımı?
Düşlerim, avuçlarımda serçe misali ürkek —
uçtu önümden,
ben kaldım ardında,
rüzgârın bile hatırlamadığı bir iz gibi.
Yalanın paslı kilidinde mühürlenmiş arzular,
kırık aynalarda can vermiş temennîler…
Ruhum vuslat gülüne dönmek isterken,
tenim her dikenin gölgesinde sığındı.
İki dudağın arasında bir hüzn-i nâzenîn,
sessizce secde eder kalbime.
Ve ben hâlâ beklerim bir tebessüm —
gurbet sahilinden bir ışık teli insin dudağıma,
olsun varlığımın son hücceti,
sonsuzlukla fanî arasında akan bir nehir gibi.
Şimdi ben bir yara-yı bî-pâyân,
nilüfer kokusunda gizlenmiş bir elemim;
suya düşen ay misâli sessizim.
Oysa biz,
kışı açlığından sakınmak için yaratılmıştık sonbaharı;
birlikte ağlayıp gülmek,
geceyi ısıtmak için var kılınmıştık.
Sen geceydin —
ben seher olmalıydım;
bilmezdim ki
bir gün beni dudağının karanlığına defnedeceksin,
sesinin kuyusunda bırakacaksın.
İşte bu,
ilk kez böylesine nâ-penâh duruşumdur.
Mavi perdeler ardında,
karanlık adımı zikr eyler şimdi.
Her rüyanın sükûtunu okudum,
ve gördüm ki —
bir dil, bir anda kılıç olur kalbe.
Şimdi her ışığı, her gölgeyi,
aynı titreyen vücûd makamından seyrederim.
Bırakayım susuzluklarım gülzâra dönsün;
düşlerim yasemin yüküyle yeniden dirilsin.
Her nur demeti kökümden arşa tırmansın.
Seninle — yahut sensiz.
Bil bunu ey yâr:
attığım her adım ışığın kalbinde devrân eder.
Dururum şimdi —
açıkla sır, varlıkla hiçlik eşiğinde.
Susuzluğum zamanın tâcını kuşanacak;
ve deryâdan esen her meltem,
düşlerle giyinip,
her nefese, her cân’a dağılacak.